Görünmeyen kuşların sesi, aydınlığı çağırırken, pencerelerin perdeleri , yorgun rüyalarından daha yeni sıyrılmıştı. Yokuşta, sabahın ilk anlarını yakalamış bir kedi, tembel tembel inliyordu. Gün ışığı, o daracık yokuşa, bir Bizans sessizliğini sürdüren eski yapıların kemerli kapılarına yavaşça sokuldu. Tophane’den sevgili denizin kokusu Taksimden yorgun bir rüzgar gelip, geçti. Sonra köşedeki kahvecinin sesi, çay bardaklarından tüten duman ve bir türkü, perdeleri kımıldattı. Bu saatlerde, caddenin kaldırımına bir yığın sebze arabası dizilirdi. Aklı yeşilli karnıbaharlar, lahanalar, pırasalar… Sebzeciler, kahveye girip, başlayan günün dostluğu içinde çaylarını içerlerken, Adnan Bey perdesini araladı. Bir eliyle çay bardağının beline incelikle dokunuyor, öteki eliyle de çevresi yaldızlı, cam tabağı tutuyordu. Esmer, yeşilimsi yüzü, bu sabah aydınlığın değmediği bir yorgun duvardı.
Adnan Bey, kalın çerçeveli gözlüklerinin ardından, bir
yerlerde bıraktığı gençliğine doğru bakıyordu. Bir yarım sigara yakıp,
dumanlarını karşıki eve savurdu. Akları ,iki yıl içinde hızla çoğalmış olan
saçları, renksiz yüzünü gölgeliyordu. Karşı evdeki gürültüyü duyunca ; ‘’Hiç
olmazsa yalnız değiller. ‘’ diye iç çekti .Bir ara duvarda asılı hatıralarına,
eski resimlere takıldı gözleri… yıllar önce kaybettiği hayat arkadaşı Ayfer Hanım resminden doğru; ‘
Mavilere tutkunluğun daha kaybolmamış Adnan Bey. ’ diyordu. ‘’ Şu sigarayı
çoğalttın bugünlerde. Neden bu kadar çok içtiğini biliyorum; yalnızlığından… ‘‘
Adnan Bey, kenarları mavi oyalı mendiliyle gözlüğünü sildi. Bir tango
sonrasında oturacağı yere doğru incelik ve nazla tutup yürüdüğü günlerdeki
gibi, Biricik eşinin fotoğrafı ve bir kalabalık tarafından seyrediliyormuşçasına
biraz çekingen, yürüdü. Pencerenin önüne dizilmiş saksılar ve bir ölü cam
güzeli… Canı sıkıldı. ‘‘Koca yaz geçti de bir tek çiçek vermedi hınzır ! ‘’
diye söylendi. O etli sulu dalları bir anlık acımasızlığın verdiği rahatlıkla
yandaki boş arsaya fırlattı. İstanbul’u seyrederken pencere kenarından hayallere daldı gözleri
‘’Başkaları iki yumurtayı bile doğru düzgün kıramazken biz midye dolması
yapardık masamızdan eksik olmayan kahkahalarımızla derin tartışmalara
dalardık’’ Ne kadar olmuştu yalnızlık, günlerden ne olduğunu dahi takip etmek
istemiyordu. En güzel günlerinin kıymetini bilemediğini düşündü , sessizliğin
derin tınısı kulaklarını tırmalarken
günlük gazetemi ve ekmeği çoktan
kapıya bırakmışlardır diye düşünerek menteşeleri sabitlenmiş gibi duran ve
açılmayı umut ile bekleyen dış kapısını araladı , aldığı gazetenin manşet
haberlerini okudukça sinirleniyor ‘’Bu
ülkede haber takip edilmemeli’’ diye iç çekiyordu. Bulmaca eki yine gelmemişti.
’’Şu apartman görevlisi öğrenemedi hala işini tam yapmayı , bulmaca olmadan
nasıl gazete alırım’’ diye söylendi. Evin yorgun duvarları bugün ayrı bir
sitemkar gözüküyor, kahvaltı yapmasına bile engel oluyordu. Dışarı çıkmayı
sevmezdi. İstanbul aşığı olduğunu bilirdi ama penceresinden gördüğü ile yetinebilirdi. Bir yer vardı ama oraya
pek sık giderdi. Çam ağaçlarının kokusu ve orada duyduğu güven onu çekerdi oraya…
Bir park ya da bir mezarlık olmalıydı orası , her gittiğinde saatlerce kalır
bazen derin kahkahalar atar bazen hıçkıra hıçkıra ağlardı. Onun bu halini
görenler deli olduğunu düşünür yanına dahi yaklaşmazlar ve ondan çekinirlerdi.
‘’Keşke kıymetini bilseydi zamanı yaşayanlar , keşke her zaman sevdiğini
söyleseydi insanlar…’’ diye mırıldandı.
Ayfer Hanım’ın gidebileceğini aklından
bile geçirmemişti seneler boyu. İlk tanıştığı günü anımsadı. Sonbahar günüydü ,
yorgun bir şekilde bindiği vapurda gözleri sıcak bir çay ararken görmüştü onu. Ayfer
Hanım henüz on yedi yaşında idi. Kocaman gözleri bukle bukle düşen saçlarının
arasından ay parçası edasıyla fışkırıyordu. Düşünceli tavırları gülümsemek
kadar güzel sevmek kadar asil gözüküyor Adnan Bey’in bütün dikkatini kendinde
topluyordu. Gençliğinin cesaretiydi gidip saati sormuş ve İstanbul üzerine
şiirler okumuştu. Sesinde ki inceliğe ritim vermiş adeta baloda hissetmişti
kendini her gün iskelede bekler olmuş birlikte seyahate başlamışlardı. Ayfer
Hanım edebiyata ve tarihe oldukça düşkün olduğundan sıkılmazlar, bir konuyu
kapatamadan başka bir konuya geçiş yaparlardı. Günler geçtikçe görüştüler ve bir gün evlendiler . Çocukları olmadığından
birbirlerine daha çok bağlanmış ve bu eksiği kapatmayı çalışmışlardı. Senelerin
nasıl geçtiğini ve ne zaman yaşlandıklarını hatırlamıyordu
Adnan Bey . Sadece
kaybetmenin ve bir daha görememenin acısı değildi elbet içini acıtan . Birlikte daha hayaller kuracak
ve bir kısmını da gerçekleştireceklerdi. Ani olan ölümün acısı yüreğine zıpkın
misali saplanmış , onu uzun süren hayal aleminden çıkarmıştı. Alışamadığı
yalnızlıkla baş başa kalmış ve çaresiz yaşamaya razı olmuştu.
Kahvaltısına dokunmadan kaldırmış ve koltuğunda ki yerini
almıştı. Baş ucunda duran kitaplara göz gezdirmiş ve okumaya başlamadan
diğerine geçmeyi daha uygun görmüştü bu kararsızlık canını sıkmış ve sert bir
şekilde evin ahşap yer döşemesine topuklarını vurmuştu. Sessizlik canına tak ettiğinde bir damla olsun hareket
istediğinde yapardı bunu çoğu zaman. O anlardan biriydi yine…
Sessizliği ve düşünceleri arasında çıktı ağzından bir cümle
‘’Ya gidenler bekleyecekti sonradan gelenleri ya da bekleyenler zamanı varken
söyleyecekti içinden geçenleri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder