26 Ekim 2014 Pazar

ŞİMDİ DÖNSEN AĞLARMIYDIK YALNIZLIĞIMA …

         
Görünmeyen kuşların sesi, aydınlığı çağırırken, pencerelerin perdeleri , yorgun rüyalarından daha yeni sıyrılmıştı. Yokuşta, sabahın ilk anlarını yakalamış bir kedi, tembel tembel inliyordu. Gün ışığı, o daracık yokuşa, bir Bizans sessizliğini sürdüren eski yapıların kemerli kapılarına yavaşça sokuldu. Tophane’den sevgili denizin kokusu Taksimden yorgun bir rüzgar gelip, geçti. Sonra köşedeki kahvecinin sesi, çay bardaklarından tüten duman ve bir türkü, perdeleri kımıldattı. Bu saatlerde, caddenin kaldırımına bir yığın sebze arabası dizilirdi. Aklı yeşilli karnıbaharlar, lahanalar, pırasalar… Sebzeciler, kahveye girip, başlayan günün dostluğu içinde çaylarını içerlerken, Adnan Bey perdesini araladı. Bir eliyle çay bardağının beline incelikle dokunuyor, öteki eliyle de çevresi yaldızlı, cam tabağı tutuyordu. Esmer, yeşilimsi yüzü, bu sabah aydınlığın değmediği bir yorgun duvardı.
         Adnan Bey, kalın çerçeveli gözlüklerinin ardından, bir yerlerde bıraktığı gençliğine doğru bakıyordu. Bir yarım sigara yakıp, dumanlarını karşıki eve savurdu. Akları ,iki yıl içinde hızla çoğalmış olan saçları, renksiz yüzünü gölgeliyordu. Karşı evdeki gürültüyü duyunca ; ‘’Hiç olmazsa yalnız değiller. ‘’ diye iç çekti .Bir ara duvarda asılı hatıralarına, eski resimlere takıldı gözleri… yıllar önce kaybettiği  hayat arkadaşı Ayfer Hanım resminden doğru; ‘ Mavilere tutkunluğun daha kaybolmamış Adnan Bey. ’ diyordu. ‘’ Şu sigarayı çoğalttın bugünlerde. Neden bu kadar çok içtiğini biliyorum; yalnızlığından… ‘‘ Adnan Bey, kenarları mavi oyalı mendiliyle gözlüğünü sildi. Bir tango sonrasında oturacağı yere doğru incelik ve nazla tutup yürüdüğü günlerdeki gibi, Biricik eşinin fotoğrafı ve bir kalabalık tarafından seyrediliyormuşçasına biraz çekingen, yürüdü. Pencerenin önüne dizilmiş saksılar ve bir ölü cam güzeli… Canı sıkıldı. ‘‘Koca yaz geçti de bir tek çiçek vermedi hınzır ! ‘’ diye söylendi. O etli sulu dalları bir anlık acımasızlığın verdiği rahatlıkla yandaki boş arsaya fırlattı. İstanbul’u seyrederken  pencere kenarından hayallere daldı gözleri ‘’Başkaları iki yumurtayı bile doğru düzgün kıramazken biz midye dolması yapardık masamızdan eksik olmayan kahkahalarımızla derin tartışmalara dalardık’’ Ne kadar olmuştu yalnızlık, günlerden ne olduğunu dahi takip etmek istemiyordu. En güzel günlerinin kıymetini bilemediğini düşündü , sessizliğin derin tınısı kulaklarını tırmalarken  günlük gazetemi ve ekmeği  çoktan kapıya bırakmışlardır diye düşünerek menteşeleri sabitlenmiş gibi duran ve açılmayı umut ile bekleyen dış kapısını araladı , aldığı gazetenin manşet haberlerini okudukça  sinirleniyor ‘’Bu ülkede haber takip edilmemeli’’ diye iç çekiyordu. Bulmaca eki yine gelmemişti. ’’Şu apartman görevlisi öğrenemedi hala işini tam yapmayı , bulmaca olmadan nasıl gazete alırım’’ diye söylendi. Evin yorgun duvarları bugün ayrı bir sitemkar gözüküyor, kahvaltı yapmasına bile engel oluyordu. Dışarı çıkmayı sevmezdi. İstanbul aşığı olduğunu bilirdi ama penceresinden gördüğü  ile yetinebilirdi. Bir yer vardı ama oraya pek sık giderdi. Çam ağaçlarının kokusu ve orada duyduğu güven onu çekerdi oraya… Bir park ya da bir mezarlık olmalıydı orası , her gittiğinde saatlerce kalır bazen derin kahkahalar atar bazen hıçkıra hıçkıra ağlardı. Onun bu halini görenler deli olduğunu düşünür yanına dahi yaklaşmazlar ve ondan çekinirlerdi. ‘’Keşke kıymetini bilseydi zamanı yaşayanlar , keşke her zaman sevdiğini söyleseydi insanlar…’’ diye mırıldandı. 
      Ayfer Hanım’ın gidebileceğini aklından bile geçirmemişti seneler boyu. İlk tanıştığı günü anımsadı. Sonbahar günüydü , yorgun bir şekilde bindiği vapurda gözleri sıcak bir çay ararken görmüştü onu. Ayfer Hanım henüz on yedi yaşında idi. Kocaman gözleri bukle bukle düşen saçlarının arasından ay parçası edasıyla fışkırıyordu. Düşünceli tavırları gülümsemek kadar güzel sevmek kadar asil gözüküyor Adnan Bey’in bütün dikkatini kendinde topluyordu. Gençliğinin cesaretiydi gidip saati sormuş ve İstanbul üzerine şiirler okumuştu. Sesinde ki inceliğe ritim vermiş adeta baloda hissetmişti kendini her gün iskelede bekler olmuş birlikte seyahate başlamışlardı. Ayfer Hanım edebiyata ve tarihe oldukça düşkün olduğundan sıkılmazlar, bir konuyu kapatamadan başka bir konuya geçiş yaparlardı. Günler geçtikçe görüştüler  ve bir gün evlendiler . Çocukları olmadığından birbirlerine daha çok bağlanmış ve bu eksiği kapatmayı çalışmışlardı. Senelerin nasıl geçtiğini ve ne zaman yaşlandıklarını hatırlamıyordu 
       Adnan Bey . Sadece kaybetmenin ve bir daha görememenin acısı değildi elbet  içini acıtan . Birlikte daha hayaller kuracak ve bir kısmını da gerçekleştireceklerdi. Ani olan ölümün acısı yüreğine zıpkın misali saplanmış , onu uzun süren hayal aleminden çıkarmıştı. Alışamadığı yalnızlıkla baş başa kalmış ve çaresiz yaşamaya razı olmuştu.
Kahvaltısına dokunmadan kaldırmış ve koltuğunda ki yerini almıştı. Baş ucunda duran kitaplara göz gezdirmiş ve okumaya başlamadan diğerine geçmeyi daha uygun görmüştü bu kararsızlık canını sıkmış ve sert bir şekilde evin ahşap yer döşemesine topuklarını vurmuştu. Sessizlik canına  tak ettiğinde bir damla olsun hareket istediğinde yapardı bunu çoğu zaman. O anlardan biriydi yine…

Sessizliği ve düşünceleri arasında çıktı ağzından bir cümle 
‘’Ya gidenler bekleyecekti sonradan gelenleri ya da bekleyenler zamanı varken söyleyecekti içinden geçenleri.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder